8 Nisan 2014 Salı

Seni seçtim pikaçu...

Bu sefer ki kritik konumuz üzerimizden bir türlü geçmek bilmeyen seçim karmaşası. Kendi algısıyla hiç uyuşmayan hatta çoğu zaman küçümsediği arabesk-türkü tadında seçim şarkıları ve sloganlarıyla kafamızın içini nefret söylemlerine karşılık yer etti partiler. Birbirini suçlamaktan başka işe yaramayıp komplo teorileriyle kararlıları kararsızlaştırıp kendileri de nereye oy atacağını şaşırdı. İşin trajikomik haline daha gelmemişiz halbuki. Çünkü "Sandığa gittik. Ohh bitti!!!" diyecekken çirkeflerin eteğindeki taşlar ortaya döküldü. Bugün bile bazı illerde belediyeler sahipsizken 5ay sonraki Cumhurbaşkanlığı seçimi konuşulmaya başladı ertesi gün.



Herkes karşısındakini kendi gibi görüyorsa vay bizim halimize. Saflarımızı bile üç kağıtçı! Rant sağlamak, paralel yapılanmak, köşeyi dönmek, cukkalamak... gibi bin tane terim keşke sözlükte durduğu gibi dursa hayatta da. Fakat maalesef insanlar kağıtlar gibi tek ya da iki yüzlü değil. Hatta yaptığında bir sorun görmüyor hatta hakkı olduğunu bile zorlarsanız savunacak tipler var. "Çalıyor ama çalışıyor da" ne kadar iğrenç bir hitapsa onun çaldıkları kendi cebine girsin diye çabalayanlar da çok aynı hitaba layıktır.

Daha fenası insanlar bir makama gelince etrafındaki destenin o makamdan beklentisi daha çok olduğundan makamdakine bir şey kalmıyor ki. Köy muhtarına yakın olmaktan başlayan "yüksek yerlerde tanıdıklarım var" cümlesinin forsu hala ülkemizdeki kapı tıklatma şartı. Koltuk sahipleri etrafındakilerin ona yansıttığı deva aynası yüzünden onların yaptıklarını hiç görmüyor ya da göz ardı edebiliyor. Amaç sahih olsa da amacın köşesinden kendine pay isteyenlerle baş etmek düşman karşısında dik durmaktan daha zor.

Seçmiyorum kardeşim de diyemiyorsunuz, susturun şu miting arabalarınızı da... Ya da siz milleti hakir görüp görüp sonra halkın bile bilmediği bir türkü ile onların oyunu istemeye utanmıyor musunuz? diye de soramıyorsunuz. Bir masa etrafında toplanmış her 10 kişi ülkenin geleceğinin kendileri olduğunu iddia ediyor. Seçim döneminde okuduğum bir twitti çok sık dillendirdim "siyaseti okey masası muhabbeti olduğunda dur diyecektik biz bu işe!" Herkesin yaşadığı ülkenin yönetimine dair bir fikri olmalıdır. Hatta bunca zaman halkı siz gidin oyalanın biz hallederiz diye uzaklaştırmak en büyük yanlıştı. Fakat daha büyük yanlış bunca şahlanmış, özgüveni yerine gelmekte olan halkın dizginlerini tutamamakta. Ağızı olan konuluyor, toplaşıyor, işe girişiyor...



Bunlar iyi güzel hoş da; kümeleşe kümeleşe azar azar azalıyoruz. Her yerde bir kavga var, kimini izlemekle yetiniyoruz, kimine klavyeden eşlik ediyoruz, kiminin yanından geçip gidiyoruz, kiminin içinde kalıyoruz...  Kimse niye dayak yediğini, kimse dövdüğünü hatta kavganın neden başladığını bilmiyor. Barış diyoruz tüm şarkılarda ama "bazı hayvanlar daha eşittir" maddesi hep içimizden göz kırpıyor. İki tarafta durumdan haberdar ama kendi maskesinden başka bir şey görmüyor.

Herkes kendi koltuğunu kabartmakla meşgul. Babaanneler bile saygı, hörmet beklemek yerine yönetmek derdinde. Belki de içimizde vardı da tüm bu inişli çıkışlı ülke süreçleri bu güne kadar ortaya çıkmasına izin vermemişti. Yaptığımız işlere güzel kılıflar dikmek ve büyük bir amaca hizmet ediyor olduğumuz mantığını karşıya göstermek için yaşıyoruz. Hep bir yarıştırma ve yarışma derdindeyiz. Oysa daha ekmek seçerken kafamız karışıyor. Dikkat edilmesi gereken hiçbir şey umurumuzda değil.

Öyle büyük şeylerle uğraşıyoruz ki yere düşen akıllarımız, onurumuz, merhametimizi görünmüyor vatkalarımızın büyüklüğünden.

4 Nisan 2014 Cuma

ACİL ama Özel

Geçen gün fenalaştım. İki gün üst üste baş dönmesi yaşayınca tansiyon ölçtürmeye önce eczaneye gittim. Tansiyon normal çıkınca yakındaki sağlık ocağına gittik Nöroloji bölümü yokmuş. Biz de yakındaki bir özel hastanenin Nöroloji polikliniğini aradık.Randevu sorduk; "Yer var siz acile gelin onlar yönlendirir" dediler.




Hastaneye gittik küçük bir Acil yazısı var ara sokak ve karşısında ara parkı var. Sedyenin geçemeyeceği normal bir demir kapıdan ibaret ki orası olup olmadığına emin olamadık. İçeri girdik danışmada kimse yok! 3 kere seslendik ses yok. Sonra süslü bir hatun çıka geldi. "Eee" der gibi baktı bize "Oturun da biraz" dedi. O hatun bankonun arkasında telefonuyla oynarken boş acil serviste bekletiliyorduk. Sonra "sıradaki hasta gelebilir" diyen bir stajyer sesi geldi içeriden. Gittim oturdum anlattım durumu tansiyonumu ölçecek tabi illa. Ölçerken doktor geldi "baş dönmesi, dengesizlik varmış ama vertigo değilmiş hocam." diye benim söylediklerimi tekrar etti stajyer. Doktor gitti tansiyon ölçümü eczanedekiyle aynı çıkınca tekrar geldi. "KBB servisi uygunmuş oradan randevu alın" diye bizi gönderdi. Çıktık acilden hastanenin randevu servisine gittik bu sırada ben hala ayakta duramıyorum. "Doktor yer var dedi" diyoruz kız "yoooo...1 saat sonra belki" diyor. "Nörolojide vardı 2 dakika önce telefonla sorduk" diyoruz " ekran güncellenmemiştir" diyor.

Tabi benim şalterler attı bu ne biçim iş. Altı üstün kulak sıvımı kontrol edecek acil doktoru al eline o aynalı aleti bak. onu da yapamıyorsan seni oraya korkuluk diye mi diktiler. Acile geliyoruz randevu alın diyorlar. Randevu ücreti kesmek tabi niyetleri ama ehliyet alırken acil müdahale için öğrettikleri kontrolleri yap bari maaşını hak etmek için. Allah korusun trafik kazasından gönderseler bunlar kopmuş parmağınız kokana kadar sırada bekletirler sizi. Bir de devlet hastanelerine laf söylüyoruz anında ilgilenip, daha doktor gelip tetkik etmeden stajyerler serumu takmış oluyorlar.

Acile gelmişim belki beynimde sorun var, belki ağır bir hastalığa yakalandım. Hadi işini yapmayı bilmiyorsun! Hiç mi medikal dizi seyretmedin be adam! Ben bile göz bebeği büyüklüğü, kulak ve bademcik kontrolü yapılması gerektiğini biliyorum. Belki kafamda bi şişlik var! Kontrol et dimi! KBB'ye giderken yolda düşüp bayılsam belediyenin lögar kapağı kavgası gibi hangisi sahipleneceğini bilemediğinden ortada kalırdım herhalde.

Hayatımızdaki her şey acilken özel sağlık kurumu çalışanlarının iş yapmak için acelesi yok sanırım!!!

14 Mart 2014 Cuma

Merhamet BİTTİ

Kaybettiğimiz ve bunu gizlemek için en çok çaba sarf ettiğimiz yanımız Merhamet'imiz. Üçüncü sayfa haberlerine duyarlılığını kaybetmiş bir insan nesliyiz artık. Önce algılarımızla oynandı, düşüncelerimizin peşi sıra. Şimdi ise duygularımız allak bullak. Kendi duygularımızı tanımlayamıyorken karşımızdakilerinkine güvenmek en büyük lüks bizler için.

Bu blog hayattaki her şeyi kritik etmek üzere kuruldu. Hayatımızı bir ayna gibi olmasa da puslu ve kurgulu şekilde yansıtan dizileri eleştirmek de bu bloğun içeriğinde olacaktır. Başladığından beri senaryodaki diyalogları, karakterlerinin kendine has ve sert gerçekleri, zaman kaymaları ile diğer projelerden ayrışarak takip ettiğim bir iş olmuştu Merhamet. Küçük oyuncularının safiyane halleri, ana oyuncuların bilindik yüzlerinin önüne geçebilmişti. Yan rollerin güçlü duruşları ve oyunculuklarla pekiştirilmesiyle de farkını ortaya koydu.Hande Altaylı'nın Kahperengi romanından uyarlanan İbrahim Çelikkol ve Özgü Namal'ın başrollerini üstlendiği Merhamet dizisi 44.bölümde final yaptı.



Maalesef ki hayatımızın geçmemiş gerçeklerinden biri olan aile dramlarında yer alan; içkici, dayakçı baba, saf ev kadını anne, köşeyi dönmek için fırsat görülen oğlan çocuğu, hayata kafa tutan, tuttukça ezilen ortanca kız ve tekne kazıntısı şaşkın ufak kızla karşı karşıyaydık bu hikayede. Her hesaplaşmada daha hırslandığımız baba figürü her fırtınanın yaptığı gibi esip gürleyip zaten hırpalamakta olduğu aileleri dağıtıp kendine mutlu bir yol çizer arkasındakileri düşünmeden. Mantığı hep ağır basan ortanca kızın hayatla savaşı herkesi taşımaktan yorgun düşer ve yalnız kendi için devam eder. Aklını hayat meşgul ederken kalp kırıklığı ilk ve tek aşkı da ayağına dolanmaktan geri durmaz tabi ki.

Temeli ortanca kız Narin'in ailevi dramıdan yola çıkan hikayeyi dizi haline getirenler; yapımcı Gül Oğuz ve senarist Mahinur Ergün'ün yanında yönetmen olarak Çağatay Tosun var.  Dizi sektöründe en çok eleştirdiğim şey saçma sapan projelere yatırım yapıp onların tutacağına olan inançlarıyla ahaliyi zehirlemekte ısrar eden yapımlardır. Sonucu yalnızca tahmin ederek yatırım yapan yapımcıların ödemesi gereken plastik çataldan, bonservis ücretine kadar yükselen tedarik zincirini karşılamak için dizilere reklam arası sandeviç muamelesi yapmalarına değinmiyorum bile. #yerlidiziyersizuzun olabilir fakat bunun nedeni piyasanın uçuk şartlarıdır. Kullanılan en küçük çöpün bile dizi tuttuktan sonra ticari malzeme haline getirildiği ve en fazla da korsancıları sevindirdiği televizyon odaklı günümüz şartları bu mali karmaşaların temel kuyusu.

Diziye dönecek olursak; ilk adı Babür'ken Sermet Karayel adını kendine yakıştırıp bir para babası haline gelen çiftlik çalışanının oğlu romanda hiç yer almıyorken dizinin temel taşlarından biri. Mustafa Üstündağ'ın Abimmm filmindeki performansı üstüne rezidans dikmesiyle de en gözde karakterlerden biri haline geldi. Benim asıl dikkatimi çeken şey yardımcısı Ali'nin projedeki yeri. Bora Koçak'ın canlandırdığı rol dizinin son karesine kadar bulunduğu her kareyi izlenir hale getirdi. Hazırcevap karakterinin yanında uslanmaz patavatsızlığı da gerçekçiliğini arttırdı tabi ki. Yasemin Allen daha önceki projelerde biraz mıy mıy karakterlerle boğuştuktan sonra psikolojik sorunları olan Irmak karakterini bu kadar iyi oynaması eğitiminin başarısı sanırım. İbrahim Çelikkol ise Kasabanın zengin çocuğu liseli Fırat'ı oynarken hakikaten mızmız bir ergene dönüp İffet dizsindeki ağırlığından silkelendi. Narin'in annesini canlandıran Ayşegül Cengiz Akman'ın karakter oyunculuğu ise takdire şayan...

Benim bu dizi izlememin en büyük nedeni ise Burçin Terzioğlu'nun canlandırdığı Deniz karakteriydi. Kendisine de instagram ve twitterdan ilettiğim gibi oyunculuğu, güzelliğini Ezel'deki Azat karakterinde izledikten sonra bu rolle yine kendini göstermeyi başarmış. Deniz karakterinin dünyayı etrafında döndüren neşeli, sevgi isteyen, kafa tutan hallerini yaşayan hatta bize yaşatan Terzioğlu'nu tekrar tebrik ediyorum.

Çağatay Tosun'un son zamanlarda popüler olan zaman kaymalarını tadında ve yerinde kullanması, dizideki güncel durumla ilişkilendirmesi hatıra gibi değil geçmişle yüzleşme olarak kullanması diziye çok şey katmış. Kimsenin geçmişsiz olmadığını ve aklanmanın mümkün olduğu dünyada sıyrılmanın sonuç vermediğini göstermiş. Senarist Mahinur Ergün'ü özellikle Ali-Sermet ve Deniz-Sermet diyalogları için tebrik ederim. Lafı dolandırmadan, karakterlerinde güçlü kurguladığı için büyük sözler söylemesini beklerken kurdukları basit cümlelerin ne kadar önem arz ettiğini gösterdi.



Dizinin ortasında ortadan kaybolan karakterler de olmadı değil tabi.  Es-Es ile adını duyuran Ahmet Rıfat Şungar, ilk diziye girdiği bölümleri baya sarstıktan sonra son 5-6 bölümde bulut olup uçtu sanki. Kıvanç Kasabalı'nın intikam amaçlı karakterlerin hayatlarına karıştığı Sinan'da uzun bir süre dizinin gündemini dalgalandırdıktan sonra öldü. Yan rollere önem verilen proje de Rus ortağı tehdit için kaçırılıp Sermet'in bırakamadığı küçük kız da sona yaklaşırken diziden ayrıldı. Deniz ve Irmak'ın tek yakınları her şeyi halleden sakin amca, Irmak'ın nişanında büyük bir olayken Deniz'in evlenme mevzusunda adı dahi geçmedi. Son anda gemiye atlayan Naz Elmas ise dizinin hatırlanmayacak kısımlarından biri oldu sadece.

Klasik aşk çemberlerinden çok daha arapsaçına dönmüş olan hikaye zaman zaman yalan ve entrikalarla klasik dizi formatına bürünse de geçmişe dönüş sahneleri bu buhrandan kurtarıyordu bölümü. Ne kadar insanlıktan çıkmış olursa olsun yaptıklarının insani duygular için olduğunu iddia edenlerle tekrar karşılaştırdı bizi dizi. Türk kadınlarının karizmatik, korumacı, sahiplenici erkek rol modelini ne kadar inkar etse de sevdiği aşikarken Mustafa Üstündağ'ın Burçin Terzioğlu ile karşılıklı paslaşarak gerçekleştirdiği aşkın çekim alanı diziye Narin-Fırat aşkından daha çok şey kattığı görüşündeyim.

Son üç bölümde Sermet'i kendi karanlık hayatından sıyrılıp aşkın peşinden sürüklenmesine, karakterlerin hayatını yoluna sokmasına ve gereksiz dalgalanmalara veren kadro son bölümde bir sezonluk atraksiyona imza attı. Doğum, eğlence, gerginlik, komedi, ümit, çatışma, tatil... hepsini bir bölümde verdiler hem de son dakikalarını bol bol kullanarak. Çatışma sahnelerinde biraz aşırı operasyonel görüntüler olsa da Ali karakterinin Polat vari hareketleri yine durumu kurtardı. Aileleriyle boğuşurken aile haline gelen Deniz-Narin'in hikayesi haline gelen dizinin sonu da ikisiyle oldu. Hikayenin ağırlığının aksine ferahlatıcı bir sahil görüntüsüyle veda etti dizi.

Sorgulamamız, tartışmamız, göz önüne almamız gereken bir çok şeyi ortaya koyarken aynı zamanda özgürlük, medeniyet diye tutturduğumuz şeylerin insanı ne kadar yabanileştirdiğinin de bir kanıtıdır bence. Hele ki Narin'in son sahnelerde söylediği "bedeninden daha ağır bir insan oluyorsun." cümlesi derinine inildiğinden çok daha fazla anlam içermeli bence. Bir dram yığını içerisinde ezilmiş tüm bireyler kendini kurtarmayı başarmak sanarken savruluyor. Arka plana attığımız her şey yine ayağımıza dolanacaktır, hele ki çözülmemiş onca mevzumuz varken kendimizle.

Kabullenişimiz de, itirazımız da haksız olabilir fakat bunu düşünmek istemeyiz asla. İşin en garibi ise her ne yapmış olursak olalım affedilebileceğimizi düşünmek isteriz. Bunun rahatlığıyla da yüzsüz yüzsüz hayattan her istediğimizi elde etmeye kalkarız. Yaptıklarımız için başkalarını suçlamak ya da kendimizi suçlayıp ezilmekte bir seçenektir tabi. Sonuç hiç de iyi bitmeyen seçenekler. Merhamet bir kadını elde etmek için, bir erkekle olmak için, para için, kurtulmak için, yeniden yaşamak için, barışmak ve affetmek için sahip olmamız gereken en önemli şeylerden biri. En çabuk tükettiklerimizden de biri aynı zamanda. Süs köpeklerini çantalarında taşıyıp cam silen çocuklara taş atan yeni tiki neslimiz gibi merhamet sahibi varlıklar da var tabi. Her şeyi yanlış anlıyoruz sonra da yalnızlığımıza suçlu arıyoruz.

21 Şubat 2014 Cuma

Başlangıç olarak...




İstesek de istemesek de hayatımıza giren girmeyen her şey hakkında bir fikir oluştururuz. Bu fikirlerin ilki kararsızlıktır; omuz çekmek, bilmiyorum demek, dudak sarkıtmak gibi. Tabi bunu daha klas bir şekilde ifade etmek gerekirse; düşünen adam heykeli gibi de denebilir.

Başlangıç olarak yapmanız gereken umursamaktır. Kendinizi, hayata bakışınızın bir şeyler değiştirmesi gerektirdiğini. Varlığınızın bir anlamı olduğunu her hareketinizle göstermektir. Böyle dedim diye sanmayın ki hep işe yarar hareketler yapıyorum. Kış uykusu gibi mükemmel bir şeyin ayılara mahsus olmasına bozulan bir insanım ben. Baştan söyleyeyim; beklentinizi düşük tutun. Ben her şeyden anlayan, çenesi düşük, çok yönlü bakabilen, ecnebilerin dediği "whole picture" görebilirken aynı zamanda minimal bazda yorum yapabilen biriyim. Mantık her şeyde vardır, özellikle de hislerde. Şimdi dediklerimi anlamak için zorlamayın hiç, yazdıklarımı okudukça çarpık mantıklı dünyamızda dengede kalabilmek için kurduğumuz düzenlere şaşıp kalacaksınız.

Şimdi sizin aklınızdaki bir diğer soru, "Bu çok bilmiş yazar ne hakkında yazar?" Cevap aslında bloğun isminde gizli: "her şey kritik". Dünyamızdaki, hatta dünyamıza dahil olmayan çoğu şey bile kritik durumda. Ben de bir toplu iğneden bir senfoniye kadar her şeyi kendimce kritik ediyorum. Hepinizin iç sesinizde yaptığınızı ben yazıp bu sene bir türlü gelemeyen kış rüzgarı gibi yüzünüze söylüyorum. Zaman ayırıp okursanız en sinirli anınızda merdivenden düşüp gülmeye başladığınız zamanki gibi rahatlayacaksınız. Okumazsanız da; " Olsun be abi, düşünmen yeter..."